7.6.11



Geçen hafta “öfke” üzerine bir şeyler çizmeye çalışırken iki kaşımın arasında derinleşen iki çizgi dışında ortaya kayda değer bir çizgi çıkamadı bir türlü.  Sanırım sorun, bir şey çizerken konu neyse o ruh haline girme alışkanlığımdan kaynaklanıyor.  Öfke, yanına pek yanaşmak istemediğim hatta  bucak bucak kaçtığım bir hal. Maskelerin düştüğü hal demek istiyorum ama bu cümlenin benzerini  son zamanlarda üzerinde çok konuşulan “Az” romanının yazarı Hakan Gündal da kurmuştu, cümleyi çalmayıp, alıntılamak doğru olur. İnsanların gerçek yüzlerini görmek için uygun ortam demişti şiddet için. Öfke eşittir şiddet değil ama her ikisi de insanın tüm çıplaklığıyla kendini ortaya atmasına neden olduğuna göre var bir ortak noktaları.  Üzerine düşündükçe bir değil bir çok ortak nokta buluyorum.  Çıplaklıktan utanmak gibi öfkesinden de, yaptığı şiddetten de utanıyor sonra insan. Olmamış, yaşanmamış gibi davranmak istiyor. Öfke, şiddet, inkar, itiraf şeklinde sıralanabilir belki,  kimbilir belki özür de eklenebilir bir gün bu sıralamaya.
Konu öfkenden şiddete geçmişken “Az” romanından devam etmek mümkünse de, ben öfkeden kaçmaya çalışırken ve bu kaçışa bahane ararken bir kitap daha okudum. Serenad’ı, Zülfü Livaneli’nin son romanını bir gecede yutuverdim.  Başka bir zaman okusam aynı şeyleri söyler miydim bilemiyorum ama bu okumada hep öfke süzgecinden geçirdim kelimeleri.  Böyle olunca da şimdiye kadar adını duymadığım bir “katliam” ile baş başa kalıverdim. Struma katliamı.
2000’li yıllarda geçen 1940 ‘lı yılları anlatan bir dönem romanı Serenad. Yahudi soykırımından kaçan Yahudi bilim adamlarının  genç Türkiye cumhuriyetine sığındıkları bir dönemin öyküsü. 1940’lı yıllarda geçen bir aşk hikayesi, üstü yıllarla örtülmüş bir faciayla harmanlanıyor. Bu birleşimde kurgu ve kurgu olmayanın yer değiştirmesini istiyor insan, utancından. Böyle bir aşk yaşanmış olsun ama Struma gibi bir facia gerçekleşmiş olamaz diyor. İnkar safhası bu sanırım.
Soykırımdan kaçan769 yolcuyu, Filistin’e götürmek üzere 12 Aralık 1941 tarihinde Romanya’nın Köstence limanından yola çıkan  180 tonluk, Panama Bandralı, bir gemi Struma. Seferi öncesinde, ilanlarında ticari deniz taşımacılığı izninin fotoğrafları, yeni dizel motoru  ve o dönem için oldukça yüksek  sayılabilecek bir bilet fiyatı sunuyor geminin Yunan asıllı armatörü Pandelis. Ölüm tehditi altında mücevherler satılarak, kurtarılacak çocukları arasında seçim yapılarak 200.000 ley (1000 Dolar) denkleştirilerek yola çıkıyor bu 769 yolcu. Yolculuk başlayınca geminin en fazla 150 yolcu kapasiteli olduğu, motorunun eski ve tamirat gerektirir bir durumda olduğu, bu kadar yolcunun ihtiyacını karşılayabilecek sıhhi, insani koşullara sahip olmadığı anlaşılıyor.
Yola çıktıktan bir gün sonra geminin motorunun bozulmasıyla Struma’nın karanlık yazgısı başlıyor. Gemi ilk önce Romanya açıklarında sürükleniyor,  yolcuların kalan mücevher, saat ve paraları karşılığında bir Romen şilebi tarafından tamir edildikten kısa bir süre sonra eski motorun tekrar bozuluyor. Mayınlı bir bölgede bulunması nedeniyle bir Türk Römorkörü tarafından İstanbul’a Sarayburnu açıklarına çekiliyor.
Gemide bulunan tek tuvaletin yolcuların ihtiyaçlarını karşılayamaması, temizlik maddesi ve  ilaç olmaması, son olarak gıda maddelerinin yetersizliği, beslenememe sonucu bulaşıcı hastalıklar baş gösteriyor, bu kaos ortamına  İstanbul’un son 25 yılın en soğuk kışını yaşaması eklenince yolcuların çoğu hastalanıyor ve gemi karantina altına alınıyor.  Yahudi cemaatinin çabaları ile on gün sonra İstanbul Yahudi Cemaati Lideri Simon Brod’un gemiye yiyecek iletmesine izin veriliyor fakat bu sınırlı yardım gemideki dizanteri salgınını durdurmaya yetmiyor. Yolcular içerisinde kanama geçiren Medea Salamowitz isimli hamile yolcunun tedavi edilmek üzere karada hastaneye kaldırılmasına izin veriliyor.  Bu kadın dışında Romanya’da bir petrol şirketinin genel müdürü Martin Segal, ailesi ve kendileri gibi Filistin’e giriş vizesi olan beş kişi daha karaya alınıyor.
Geminin şartlarının düzeltilmesi ve Filistin’e gidebilmesi için Yahudi cemaati bağış topluyor. Motor tamiratı için gerekli para temin edilse de, geminin yolculuğuna devam etmesi ile ilgili yeni bir engel ortaya çıkıyor. İngiliz hükümeti, geminin Filistin’e gitmesine izin vermeyeceğini açıklıyor. Baskılar sonrası gemide bulunan yetmiş çocuğun Filistin’e girişine izin verdiği halde bu sefer Türk yetkilileri bu çocukların karaya çıkışına izin vermiyor.
Karantina sürerken, çeşitli komplo teorileri üretiliyor. Yolcuların niyetlerinin aslında Filistin’e gitmek olmadığı İstanbul’a inmek için geminin motorunu kendilerinin bozduğu söylentileri yayılıyor.
Şubat ayı sonlarına kadar 68 günlük bir süre boyunca gemi karantina altında Sarayburnu’nda bekletildikten sonra, tekrar Karadeniz’e çıkarılmak üzere çekilmek isteniyor. Yolcuların itirazları ayaklanmaları fayda etmiyor. Gemi çapası kesilerek, tamire gitmiş olan motoru olmaksızın Karadeniz’e çekilip kaderine terk ediliyor. 24 şubat 1942 sabahında Şile açıklarındayken gürültülü bir patlama sonrası batırılıyor. David Stoliar adında on sekiz yaşında bir genç dışında gemiden kurtulan olmuyor.  Bu bombalama eylemini kimin yaptığına dair de çeşitli spekülasyonlar yapılıyor hemen. Resmi makamlar sorumluluğunu üstlenmedikleri ve kaderlerine terk ettikleri geminin yaşadığı felaket ile ilgili açıklama yapmazken, geminin batmasından bir süre sonra Struma’nın  Karadeniz’de tarama yapan bir Sovyet denizaltısından atılan bir torpidoyla batırıldığı açıklanıyor. Bu deniz altının,  savaş sırasında Karadeniz’de şüpheli gördükleri gemilerin batırma emri aldığı açıklaması “katliamı” “kaza”  haline dönüştürüyor.
Devletler konu hakkında çok az konuşarak, tertemiz elleriyle, Struma’yı tarihin tozlu defterlerine gömerken, ölülerin bir kısmının,  kolay kazıldığı için Şile kumluklarına gömüldüğü rivayet ediliyor.
Öfke, şiddet, vicdan varsa itiraf, yoksa inkar, çok zor ama belki, özür. Öfke üzerine düşünürken çıkardığım akış şeması bu. Arada bir yerde unutmak, unutturmak da  olmalı mı acaba diyorum. Sanırım yüzleşip, özür dilemeden unutmak mümkün olmuyor.  


Kaynak: Yahudilerin İstanbul’u –Okşan Svastics-Struma gemisi
   


1 yorum:

  1. Buna benzer bir hikaye okumuş, okuduğumda çok etkilenmiş, vicdanımın sızlamasından vicdanımı sorumlu (suçlu) tutmuş, "Acaba"larla çok cebelleşmiş, daha başka okumaya devam edersem, öğreneceklerimi kaldıramaycağımı düşünmüş, sonunda "acaba?" demeye devam etmeye karar vermiştim. Şimdi düşününce kaçmakla, yaşananların yok olmadığını, ama benim onları yok saymaya çalıştığımı görüyorum. Hala net değil gözümde, flu. "Acaba?"

    YanıtlaSil