21.6.11

her şeyden vahşi şey




Dans ettik, mağara duvarlarına resimler çizdik, konuştuk ve şarkı söyledik, ulaşabildiğimiz her araçla hikayemizi anlatmaya çalıştık. Anlatma isteği bitmek tükenmek bilmeyen bir ihtiyaç, hikayeler ise evrendeki en büyük güç olmalı ki, araçlar değişse de hala derdimiz hikayemizi anlatmak.
Ama bazılarımız hikayesini  öyle farklı anlatıyor ki, kullandığı her kelime, çizdiği her çizginin anlamını aramak bir ömür boyunca devam edebiliyor.
Maurice Sendak’in “Where the wild things are” isimli kitabı da böyle bir hikaye üzerine. Söz uçuyor yazı kalıyor, resimleri bir daha unutulmamak üzere hafızamıza kazınıyor.




1964 yılında yazılmış bu kült kitaptan mı, 2009 yılında kitaptan uyarlanmış ve yapımcılarının arasında yazarın kendisinin de olduğu filminden mi, kitabın hayalperest kahramanı Max’dan mı  yoksa Maurice Sendak’ın kendisinden mi bahsederek başlayayım bilemiyorum. Enteresan şekilde bunların tamamı dönüp dolaşıp birbirleriyle örtüşüyor kafamın içinde. Max ve Sendak’ı birbirinden ayırmakta zorlanıyorum. Hayal dünyası geniş ve zamansız Max’ın kişiliğinde Sendak’ı görüp duruyorum.
İçe dönük her çocuk gibi içe doğru büyümüş ikisi de. 1928 yılında Polonya göçmeni bir Yahudi ailenin çocuğu olarak Brooklyn’de dünyaya gelip yeteneğini akıtacak kanalı bulana kadar duvarların içinde yaşamış, pencereden gözlemlemiş dünyayı Sendak.  Max ise babasızlığın içinde boşalttığı yeri öfke ile doldurduğu için cezalandırılarak odasının duvarları arasına gönderilmiş ve orada kendi ormanını yaratmış.

Kitabı yada filmi hiç bilmeyen için küçük bir özet yapmak gerekiyor sanırım.
Kitap, yaramaz Max’in kurt kostümünü giyip haylazlıklar yapmasıyla başlıyor. Elinde bir çatal evin zavallı köpeğini kovaladığı için kendisine “Vahşi şey” diyen annesine “Seni yiyeceğim” dediği için hiç bir şey yememek üzere odasına gönderiliyor Max. Gece olunca Max’in odasında bir orman büyüyor, ardından bir okyanus ve üstünde Max’in adı yazan küçük bir yelkenli beliriyor. Max yelkenliye binerek günler, haftalar, aylar derken neredeyse bir yıl gittikten sonra canavarlar ülkesine ulaşıyor. Canavarlar hırlayıp, gırlayıp korkunç sivri dişlerini göstererek karşılıyorlar onu ama Max, gözünü kırpmadan onların sarı gözlerinin içine bakıyor ve vahşi canavarlar onu “her şeyden vahşi şey” ilan ediyorlar. Bu noktada kelimeler susuyor ve resimler konuşmaya başlıyor. Hep birlikte vahşice atlıyorlar zıplıyorlar, eğlenip kurtlarını döküyorlar. Max vahşi canavarların kralı olarak asası ve altın tacıyla resmediliyor artık. Bir süre sonra eğlence bitsin dediğinde canavarlar onu dinlemiyor. Bu sefer o, vahşi şeyleri yemek yemeden yataklarına gönderiyor. Yalnız kalınca burnuna sıcak yemek kokusu geliyor, evi annesi burnunda tütüyor diyebiliriz burada.  Evine geri dönmek istediğinde canavarlar, nereye gidiyorsun “daha seni yiyecektik, seni seviyoruz” diyorlar. Tam bu anda ile kitabın başında Max’in annesine söylediği korkunç sözler bir anlam kazanıyor. Yine yıl, ay, hafta ve günler süren bir yolculuktan sonra Max odasında hala sıcak olan akşam yemeğinin başında buluyor kendini.

Kitap farklı farklı açılardan yorumlanmış. Bir kısım yorumda, kitabın otoriteye karşı çıkışı ve sonra otoriteyi anlamlandırıp kabullenişi anlattığı söyleniyor. Böyle bir yorum o çok alıştığımız her masaldan bir ders çıkarma alışkanlığı nedeniyle yapılıyor olsa gerek. Bu yorumdan oldukça farklı olarak defalar ve defalarca okumam sonrasında hep aynı şeyi hissettim  daha sonra filminde de  vurgulu bir şekilde söylendiği için kendimden emin bir şekilde “bu kitap, içimizdeki vahşi şeyleri, korkuyu ve umudu  anlatıyor.” şeklinde bir cümle kurabilirim.  Hafiften havada kalsa da cümleler filmin fragmanını izlediğinizde her şey yerli yerine oturacak merak etmeyin.

Böylece filme geldik. Şiir mi resim mi?  diye uzun uzun tartışılmış geçmişte, sonra bir şairin bir tapınak sütunu şeklinde yazdığı dizelerle tartışma o dönem için son bulmuş. Görselliğin her şey olduğu günümüzde ise bu tartışma daha da hararetli bir şekilde devam ediyor. Sendak’ın çizgileri vahşi şeyleri ve hisleri tüm detayıyla anlatsa da yönetmen Spike Jonze,( kendisini Being John Malkovic’ten tanırız) canavarlara kimlik vererek bizi vahşi dünyaya çekmeyi başarıyor. Kitaptaki durumlara da nedenler bulunuyor filmde, kardeşine ilgisiz bir abla, hep çalışan bir anne ve olmayan baba. Max’in öfkesine açıklama getirilmiş  oluyor böylece.  

 

İlk izlediğimde karanlık ve ağır tempolu diye etiketleyeceğim filmi  ikinci izleyişimde bambaşka algılamamın nedenini henüz anlayamasam da son izlenimim bu yazıyı yazarken daha da kuvvetlendi. Belki de film, müziklerinin etkisiyle daha lezzetli geldi kim bilir. Filmin müziklerinin büyük bölümü Karen O and The Kidse ait ama ilk olarak   Arcade Fire’in Wake up’ı dikkatimi çekmişti, şimdi de Sendak’in canavarlarının ki kadar iri  olmasa da, büyükçe sayılabilecek kafamın içinde bu şarkının sözleri dolaşıp duruyor.


Somethin' filled up
my heart with nothin',
someone told me not to cry.

But now that I'm older,
my heart's colder,
and I can see that it's a lie.

Children wake up,
hold your mistake up,
before they turn the summer into dust.

If the children don't grow up,
our bodies get bigger but our hearts get torn up.
We're just a million little gods causin' rain storms turnin' every good thing to
rust.
http://fizy.com/#s/1jiswn

3 yorum:

  1. ilk defa duyuyorum hem kitabı hem de filmi, ama enteresanmış izleme listeme alayım bari...

    YanıtlaSil
  2. kimse kendime koca kafa dedigimi farketmedi mi? :)

    YanıtlaSil