Gezi yazılarım dipnotIpad dergisinde yayınlanıyor ama ben dahil pek çok kişi okuyamadığı için burayadan da paylaşayım dedim. Yıl 95 Titicaca ile ilgili bir gezi yazısı okuyup, uzun uzun fotoğraflarına bakmıştım, tam 15 yıl sonra da kendisine bakma fırsatım oldu.
Keyifli okumalar..
Daha da fenası okuduğum kurgu romanlarda bile bu mitosların izini arayıp duruyorum. Ursula LeGuin’in Atuan mezarları romanındaki (Yutulmuş) Tenar’ın, Titicaca gölü mistik Ay Adasındaki seçilmiş bakirelerden biri olduğundan şüpheleniyor, altın asa ile yaratılmış daha kaç kent var acaba diye meraklanıyorum.
Evet, bol efsaneli bir yerdeyim bu sefer. Dünyanın en yüksek gölü, tatlı su denizi Titicaca’dayım .
Derler ki;
Derler ki;
Güneş tanrısı İnti, karanlığa çare olmak için Titicaca’nın derin ve serin sularından oğlu Manco Capac’ı , köpüğünden de daha sonra Manco Capac’ın eşi olacak olan, kızı Mama Ocllo’yu yarattı. Daha sonra onlara altın bir asa vererek en bereketli yere saplamalarını istedi. Manco Capac altın asayı bugünkü Cuzco’ya sapladı, asa yeşerip filizlendi ve İnka uygarlığının başkenti oraya kuruldu.Titicaca gölü de “Herşeyin doğduğu göl” olarak mitelojide yerini aldı.

Titicaca gölü kıyısındaki Copacabana kasabasına doğru yol alırken gece okuduğum İnka yaradılış efsanelerinin etkisiyle, kafalarından ışıklar saçan garip karakterler çiziyor, bir yandan da buraya neden Brezilya’nın eşsiz kumsalının ismi verilmiş diye merak ediyorum. Adı ve içimdeki yüzme isteği nedeniyle (her gezimde olur) gölde yüzeceğime öyle inanıyorum ki, bu uğurda giydiğim kıyafet ve parmak arası terliklerim nedeniyle buz kesiyorum. Hava çok soğuk ve yağmur yağıyor. Bu coğrafyada iki ana mevsim var. Islak ve kuru mevsim. Mevsimler arası ısı farkı çok olmamasına rağmen ayrım, yağışa göre yapılıyor. Aralık ayındayız, ıslak mevsim başlamış ve ben mevsimin ilk yağmurlarıyla bir güzel ıslanıyorum.
Güneş enerjisiyle çalışan bir insan olarak hafiften düşüyor enerjim, bu kadar ıslanmak da kısa devre yaptırıyor. Hiç de benzemiyor bir kere gerçek Copacabana’ya diyerek somurtuyorum. Kusur bulmak için bakıyorum çevreme. Buluyorum da. Her popüler yer gibi Bolivya’nın Copacabana’sı da kimliğini kaybetmiş gibi geliyor ve sevimsiz buluyorum bu kasabayı.
Neyse ki, bana güneş ve ay adasında eşlik edecek Bolivyalı kız Ninfa, çıkarıyor bu ruh halinden beni. Doğa harikası bir yerde olduğumu fark etmemi sağlıyor .3800 metre yükseklikte bir göl kıyısındayım. Bir sıfır rakım insanı olarak nefes alamıyor olmam gerek ama rahat rahat nefes alıyor ve kaybettiğim tad alma duyumu burada geri kazanıyorum ve balığa doyuyorum.
Gölden yakalanan küçük balıklar İspi ve Carachi kurutulup tüm yemeklere katılıyor . Gölde yetiştirilen alabalık ise en çok yenilen balık yemeği. Her türlü balık, farklı tarzlarda pişirilmiş farklı türlerde patateslerle birlikte servis ediliyor. Merak ettiğim bir kaç patates türünü tadıyorum iştahla.
Yürürken kendimizi bir anda askeri bir tören içinde buluyoruz. Aralarına halktan insanlarında karıştığı bir grup asker, yerlere gül yaprakları dökerek geçiyor yanımızdan. Modern enstürmanlardan oluşan bando seslerine , And flütü ,Ocarina ve Zampano seslerinin karıştığı, arada küçüklüğümüzün “çatapat” larının patlatıldığı çok sesli bir tören bu. Kadınların rengarenk geleneksel kıyafetleri yeşil asker üniformasıyla birlikte bu karmaşaya ekleniyor.
Kiliseye ulaştığımızda şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Şimdiye kadar gördüğüm en zarif kiliselerden biri karşımda. Bembeyaz duvarları rengarenk kubbesi ile yine bir masal diyarında olduğumu düşündürüyor burası. Ninfa halime gülüp Kilisenin masalını anlatmaya başlıyor. Yine bir İnka kralı var bu efsanede.
Her sene şubat ayında on gün boyunca bu azizenin bayramı kutlanıyor Copacabana’da. Bu bölge insanının sürekli bir kutlama yapmak isteği var. Lapazdan beri kutlama görmediğim tek gün olmadı. Bu efsanenin hikayesi Copacabana kilisesinin masif oyma kapılarında işli. Ninfa bana anlatmasaydı hikayeyi anlayabilir miydim bilemiyorum ama ahşap işçiliğinin muazzam olduğunu söyleyebilirim.


Güneş yavaş yavaş yüzünü gösterirken küçük bir tekne ile Güneş adasına doğru yola çıkıyoruz. Güneş adasında güneş var hatta öyle ilginç bir güneş ki çektiğim fotoğrafların tam ortasında bir çizgi halinde görülüyor. Tekrar fotoğraf çekiyorum tekrar aynı şey oluyor. Hemen kıyıdaki sonu yokmuş gibi görünen merdivenlerden çıkmaya başlıyoruz. Tırmandıkça gölü daha fazla görmeye başlıyorum ve manzara büyülüyor. Yol boyunca alpacalarıyla dolaşan yada yün ören ada yerlileriyle karşılaşıyoruz. Yün ören erkekler görmek bir süre sonra sıradan bir durum oluyor. Geleneklere göre buralarda, kendine bere öremeyen erkek evlenemiyor . Gelenekler bu kadarla kalmıyor. Erkekliğe kabul töreni, erkeklerin bir hafta oruç tutup akabinde büyük koşuya çıktığı zorlu bir sınav. Yarışı bitirebilen erkekliğe kabul ediliyor ve kulağı delinerek tahta bir küpe takmaya hak kazanıyor.
Adanın sırtlarındaki köye ulaştığımızda, gölün arkasındaki and dağları, koylar ve ay adasından oluşan bir kompozisyonla karşılaşıyoruz. Fotoğraf mı çekeyim çizim mi yapayım şaşırıyorum. Fotoğrafı tercih ediyorum ama çok kötü çıkıyorlar. Adanın fotoğraf çekilmek istemeyen bir hali var. Daha fazla üstüne gitmiyorum.
Uzun uzun göle bakıyorum. Ninfa gölün bir pumaya benzediğini söylüyor ama ne kadar uğraşsam da ben benzetemiyorum. Bu puma benzetmesi sadece göl için geçerli değil, başkent Cuzco’nun kent planının da kutsal hayvan puma şeklinde olduğu söyleniyor. Böyle benzetmeler yapmaya meyilli bir insan olduğum halde ben bugün ne benzetme yapabiliyorum ne fotoğraf çekebiliyorum.
Bulunduğum yerden, Bolivya’ya ait olan iki adayı görebiliyorum sadece. Sadece diyorum çünkü bu büyük gölde kırkbir tane ada var ve yirmi beş tanesinde de yaşam var. Gölün Peru tarafındaki adalardan bazıları totoro sazlarından yapılmış yüzer adalar. Sazlardan yapılmış evlerde yaşayan balıkçılık ve turizmle geçinen halkı çok sıcak. Çok düşük bedellere evlerini ve yemeklerini paylaşıyorlar adalarını ziyaret edenlerle. Totora sazlarından yapılmış balıkçı tekneleri ise bence bir tasarım harikası. Gölün bu tarafında bu teknelerin büyük boyutlu gezi tekneleri uyarlamaları var.
İnişe geçip tembel olmayacaksın, çalmayacaksın, yalan söylemeyeceksin çeşmesi önünde duruyoruz. Her okuduğum yazıda farklı isimler verilmişti bu çeşmelere. Ben tembel olmayacaksın çeşmesinden su içiyorum hemen.
Yolum uzun, oksijenim az ,daha tırmanacak çok tapınak, görülecek çok ada varken bir köşeye kıvrılıp yün örmeyi hayale etmeye başladığım için ancak bu soğuk su paklar beni diyerek, tembel olmayacaksın suyunu bol bol yüzüme çarpıyorum.
ıpad özürlü bizler için iyi olmuş buraya da yazman...diğer yazılarını da bekliyorum heyecanla
YanıtlaSilyasi, sen de olmasan hiç yorum alamiyacagim.
YanıtlaSilbende www.kelimelerarasinda.blogspot.com a sürekli yorum yazacağım..bu arada galiba Ipad dergisinin pc den görüntülenmesi ile ilgili birşey yapilacakmis..
Yorumlar Fotolar süperrr ;)
YanıtlaSil